
Kuzey Kıbrıs’ta, Girne Limanı’na bakıp düşünüyorum. Hava yavaş yavaş kararıp gece gündüzle en renkli oyununu oynarken, mumların alevleri uzayarak denize düşüyor. Beyaz bir yelkenli süzülerek limana girmiş bile. Limanın ucunda Girne Kalesi, Akdeniz’in koyu maviliği içinde yükselen bir tarih... Duvarları usulca kızıla boyanıyor. Anlıyorum, sadece çok güzel değil Kıbrıs, içinde saklı farklı bir şey var. Yorgun ruhları rahatlatan, sakinleştiren; unutulmayanları bile unutturan bir şey... Belki de bu, bir koku! Girne’de mavi kepenkli pencerelerin açıldığı bahçelerin çiçek, Güzelyurt’ta yol boyunca sıralanan ağaçların portakal kokusu... Kayaların üstüne kurulu bir kalede, puslu Beşparmak Dağları’nın serin, Karpas Yarımadası’nda turkuvaz denizin tuzlu kokusu... Koruçam köyünde yaşlı kadının tek göz odalı evindeki fotoğrafların eski, Gazimağusa’da Lala Mustafa Paşa Camii’nin ilahi kokusu... Hangisi bilmiyorum. Belki de bütün bu kokuların karışımıdır Kıbrıs..
Kuzey Kıbrıs’ı tanımanın, bütün kokularını duymanın en kolay ve keyifli yolu, bir cip kiralayarak ülkeyi baştan başa kat etmek. Önce Girne’deyiz. Girne, lüks otelleri, casinoları, davetkâr kumsalları ile Kuzey Kıbrıs’ın en gözde tatil yeri. Kıbrıs’ı keşfe gelenlerin ortak buluşma noktası ise limanı. Cafe-bar ve restoranların sıralandığı liman her zaman hareketli. Hemen yanı başında ise Ortaçağ’dan bugüne kalan en etkileyici ve güçlü kalelerden biri yükseliyor: Girne Kalesi...
İçinde birbirinden bağımsız müzeciklerin yer aldığı kaleyi birkaç saat içinde fethetmek kolay. Peki ya, diğer üç kale... Beşparmak Dağları’nın üstünde, davetsiz gemileri en uzaktan görerek ada halkını uyaran ve koruyan, birbirini gözleyen Buffavento, Saint Hilarion ve Kantara... Onların yüzyıllardır tanık olduğu güzellikler için biraz zahmet, az biraz maceracı bir ruh ve tırmanmayı göze almak gerekiyor. Rüzgâra kafa tutan bir yerde, önünüzde eşsiz bir manzara: Akdeniz!
Bir dağın yamacında, güller, sardunyalar, badem ve erik ağaçları içinde, beyaz badanalı, duvarlarını begonvillerin süslediği evlerin bulunduğu minik bir köy; Karmi. Yaşayanların çoğu Alman ve İngiliz. Girne’nin batısında, Güzelyurt yakınlarındaki Koruçam köyü ise yüzyıllar önce Lübnan ve Suriye’den gelen bir halkın, Maronitlerin (Hıristiyan Arapların) yaşadığı bir yer. Yine beyaz badanalı evler, denizi taşıyan pencereler... Kapı eşiklerinde simsiyah giysileri içinde duran, evlerinin duvarlarına asılı siyah-beyaz fotoğraflarıyla bütünleşmiş yaşlı kadınlar... Hüzün ve neşe içiçe...
Yine de halkı tanımak için Yorgo’nun Yeri’ne gitmeli. Masalarda Kuzey Kıbrıs’ın meşhur kuyu kebabı. Yanında mezeler; hellim peyniri, tahini, gabbar, sucuk. Bir de Akdeniz salatası.Yollara düştük bir kere, Beşparmak Dağları’nı ardımızda bıraktık mı Lefkoşa’da, Kuzey Kıbrıs’ın başkentindeyiz. Şehrin en eski mahalleleri Arabahmet ve Selimiye’nin dar sokaklarında dolaşıyoruz. Osmanlı-Türk, Lüzinyan ve çok az da olsa Venedik döneminden kalma, kimi kerpiç, kimi taş, kimi cumbalı evler arasında... Bir çoğu restore edilerek eski renklerine kavuşmuş, içlerinde yaşam akıp gidiyor.
Başşehrin görkemli yapılarından Saint Sophia Katedrali (Selimiye Camii), 14. yüzyıldan kalma mimarisiyle taş işçiliğinin en güzel örneği. Aynı mimari tarzda yapılmış ama çok daha etkileyici bir başka katedral ise Gazimağusa’daki Saint Nicholas Katedrali (Lala Mustafa Paşa Camii). Renkli uzun camlarından içeri süzülen ışık yapının kutsallığını arttırıyor.Gazimağusa’daki, Salamis Harabeleri, Kıbrıs’ın ilk kilisesi Saint Barnabas, şehri çevreleyen Venedik Surları ve Othello Kulesi arkamızda, yüzümüz Karpas Yarımadası’na dönük gidiyoruz.
Sapsarı başak tarlalarının arasından geçerken heyecanlıyım. Çünkü Karpas Yarımadası Kuzey Kıbrıs’ın en ucuna götürecek bizi. Doğanın el değmeden korunduğu uzun kumsallar boyunca yarımadanın ucuna doğru hızla ilerliyoruz. Kuzey Kıbrıs’ın en ucuna... Türkiye’ye doğru uzanan o incecik upuzun kara parçasına doğru. Araba için yol bittiğinde yürümeye başlıyoruz. Yürüyüş için kısa, düşünmek için uzun bir süre... Duyduğum bütün kokular, gördüğüm bütün insan yüzleri, tatlar, Akdeniz’in tuzu ve toplamayı düşlediğim çiçekler... Bekleyin beni, önce oraya ulaşmalıyım. En ucuna...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder