30 Haziran 2007 Cumartesi

Osmanlı Döneminde Bir İmparatorluk Dili Olarak Türkçe


Anadolu'da 13. yüzyılda ilk yazılı ürünlerini vermeye başlayan Türk dilinin sonraki yüzyıllar boyunca görülen gelişmesinin çeşitli cepheleri hakkında şimdilik elimizde ne kadar bilimsel incelemenin var olduğunu huzurunuzda hatırlatmak gereksizdir sanırım. Bu değerli eserlerin, kitapların ve makalelerin sayesinde Batı-Oğuz kökenli bu dilin gelişmesi, yani geniş bir sahaya yayılması, bir yazı dili ve edebi dil olarak gösterdiği dönüşümünün çeşitli safhaları, yapısında görülen değişiklikler, tarih boyunca ortaya çıktığı ağızlarının özellikleri hakkında bir çok şeyler biliyoruz. Aynı zamanda bu dilde yüzyıllar boyunca ortaya çıkan yazılı ürün ve edebi eserlerin malzemesinin aklı şaşırtacak ölçüdeki zenginliğini göze alırsak, sonraki kuşakların şimdiki bilgimizi kolaylıkla genişletebileceği hakkında şüphemiz olamaz.

Bu durum bu Kongreye katılan değerli araştırıcılara bir yenilik sunmak amacı ile bildiri okumak isteyen bir dilcinin durumunu bir hayli güçleştirir Konu seçmek sorunu beni, samimiyetle söyleyeyim, çok düşündürdü.

En nihayet Türkçe'nin bir imparatorluk dili olarak oynadığı rolünü ve bu fonksiyondan çıkan etkisini incelemeğe karar verdim. Bu konu tarih boyunca Akdeniz bölgesinde ortaya çıkan diğer imparatorluklardaki dil durumunu da karşılaştırıcı bir temel üzerinde incelemeği de akla getirmektedir Böyle bir yaklaşım belirli noktalarda faydalı sonuçlara varmak ümidini verir Bu karşılaştırmanın temelini oluşturan diğer dillerin tarihine ait etütlerin zenginliğini ve ortaya çıkarılan görüş açılarının çeşitliliğini özellikle Vurgulamak gerekir. Bu yüzden mütevazı bildirimi bu konuyu incelemekte bir ilk yaklaşım, ileri süreceklerimi tartışılması gereken düşünceler olarak kabul etmenizi rica ederim.

Sorunlara geçmeden önce kullanmak istediğim terimleri açıklamama ve yapmak istediğim karşılaştırmanın tarihi boyutunu çizmeme izin veriniz.

İmparatorluk benim için geniş bir sahaya yayılan ve bir hükümdar (kağan, padişah, İmparator vb.) tarafından yönetilen, ne de olsa bunun rolü ile sembolize edilebilen siyası hakimiyetin geniş bir sahaya yayılmış olması, söz konusu bölgede imparatorluğun kurulmasından önce mevcut siyasi birliklerin (krallıkların, beyliklerin vb .) yıkılıp yeni siyasi hakimiyetin çerçevesi içine entegre edilmesi demektir.

Bir imparatorluğun kurulmasıyla söz konusu hakimiyet sahasında yaşayan, kültürü, dini ve dili farklı olan çeşitli halklar bağımsızlıklarını kaybedip bir siyası merkeze bağlanıyorlar.

İmparatorlukta yeni hakimiyet merkezi kuranların dili kendiliğinden anlaşıldığı gibi bir resmi dil haline gelip hayatın her sahasında belirli bir ağırlık kazanır. Bu dilin bu yeni rol ve fonksiyonundan dolayı bu dil ve imparatorluğa entegre edilen halkların dilleri arasında bir karşılıklı alışveriş kurulmasına yol açılır. Tarihin bize öğrettiği gibi bu alışveriş çeşitli imparatorluklarda pek farklı bir model gösterebilir .

Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasından önce, aynı coğrafi sahalarda, yani Akdeniz bölgesinde dört defa imparatorluk niteliğini taşıyan siyası hakimiyet ortaya çıktı. Büyük İskender'in kurduğu imparatorluğun ağırlık merkezi Doğu Akdeniz bölgesi idi. Roma İmparatorluğu bütün Akdeniz bölgesini hakimiyeti altında birleştirebildi. Doğu Roma-Bizans İmparatorluğunun ağırlık merkezi, pek kısa bir dönemi gözardı edersek, Kuzey-Doğu Akdeniz bölgesi idi. Arapların fütühatı Batı Akdeniz bölgesine de başarılı bir şekilde yayılmasına rağmen halifeliğin ilk yüzyıllarındaki ağırlık merkezi Güney-Doğu Akdeniz bölgesine bağlı kaldı.

Herkesçe bilinen bu gerçekleri hatırlattıktan sonra bu imparatorlukların yarattığı, etkisi bugüne kadar uzanan dil durumuna bir göz atalım. Vaktiyle geniş sahaya yayılan ve Roma İmparatorluğu zamanında bir çok bakımdan Latin dilinin rakibi olan Yunan dili eski rolünü kaybedip konuşulduğu sahalardan geri çekilip Kuzey-Batı Akdeniz bölgesinde bilinen hudutları içinde yaşamaktadır. Roma İmparatorluğunun resmi dili olan Latince merkezin ağırlığı yüzünden vaktiyle bütün vilayetlerde, yani bütün Akdeniz bölgesinde ve ona bitişik sahalarda kök salabilmiştir .Fakat Latin dili sonralarında Doğuda ve Kuzey Afrika'daki pozisyonunu tamamen kaybetmiştir. Öte yandan imparatorluğun Batı ve Güney ­Doğu vilayetlerindeki Romanizasyonun sonucunda Latincenin halef dilleri sayılan Yeni Romen dilleri (İtalyanca, Fransızca, İspanca, Portekizce, Romence, Retoromence, Arumence) ortaya çıktı. Arap fütühatının sonucunda ise Yakın Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinin dil haritası tamamen değişti. Arap dili hakim bir duruma gelmiştir .

Bugünkü bu tablo pek tabii yüzyıllar boyunca süren ve pek farklı cepheler gösteren bir gelişmenin sonucunda vücuda geldi. Ne yazık ki bugün bunun ancak bazı ayrıntıları üzerinde durmakla yetinmemiz gerekir.

Bütün bu gerçekler bize faydalı bir karşılaştırma yapmak geleneğini yaratır. Bu karşılaştırmada temel model olarak sadece Latin dilinin verdiği örnekleri alacağız.

Roma İmparatorluğunun bilinen yayılımı sonucunda Akdeniz bölgesi, Yakın Doğunun belirli bölgeleri, Batı ve Orta Avrupa'nın en büyük kısmı ve Balkanlar tek bir siyasi kuvvetin hakimiyeti altına girdi. Bu aşağı yukarı 500 yıl süren fütühat dönemine paralel olarak bu bölgelerin ''romanizasyonu'' başladı. Bu terim hakkında bugün her ne kadar tartışma varsa da bu sürecin, ki futuhat döneminden çok daha uzun sürdü, Avrupa'nın dil haritasında yaptığı muazzam değişiklikleri herkes bir gerçek olarak kabul etmek zorundadır. Romalıların dili, yani Latince ilkin İtalya'daki ''kardeş dillerin 11 yerini, sonra ise İmparatorluğun Batı vilayetlerinde konuşulan dillerin -Baskça hariç -yerlerini almış ve Balkanlarda da kök salmıştır. Muazzam sahalara yayılan bu dil sürecinin özüne bakarsak şu özellik göze çarpmaktadır. Eski dillerin kayboluşu ve yeni dillerin ortaya çıkışı, yani dil haritasında oluşan ''romanizasyon'' temelinde büyük halk kitlelerin hareketleri sonucunda değil, tersine sadece diller arasındaki temas ve alışverişlerin sonucunda gerçekleşmiştir. İmparatorluğun tarihinde pek tabii farklı olaylar , örneğin kölelerin başka yerlere sürüklenmesi vb da bilinmektedir .Fakat böyle olaylar , söz konusu olan dil değişikliklerinin tümüne bakarsak, bu süreçte şüphesiz ki istisnai bir rol oynamıştır .

Böylece Romalıların işgal ettiği vilayetlerin ahalisinin hayatı aynı bölgelerde devam etmiştir. Aynı zamanda şüphesiz ki bu ahali imparatorluğun merkezinden veya diğer vilayetlerinden gelenlere nazaran bir çoğunluk durumunda idi Gene de yeni düzen dolayısıyla bu vilayetlere gelen asker, memur, tüccar vb. elemanların konuştuğu Latince, yerli ahali tarafından günlük ihtiyaçlar , öte yandan da bu dil tarafından temsil edilen kültürün prestiji yüzünden gittikçe benimsenmeğe başlandı. Yüzyıllar boyunca süregelen bu süreçte böylece en önemli rolü barış içinde yan yana yaşamak, günlük temaslar ve alışverişler oynamıştır

Devlet ve onu temsil eden asker ve memurlar tarafından bir müdahale olmamıştır , ne de olsa kaynaklarımız böyle olaylara tanık değildir. Avrupa'da bu süreçte en önemli etken olarak Roma'nın o dönemde bilinen kültür üstünlüğünü kabul edersek, Latin dilinin Y akın Doğudaki başarısızlığını da daha kolayca anlayabiliriz. Bu bölgelerde ''rakip bir dil'' olarak bilinen Yunanca bu bölgelerin ihtiyaçlarını hem lingua franca, hem de kültür dili olarak Romalıların fütühatından önceki yüzyıllardan başlayarak uzun zaman boyunca başarılı bir şekilde doyurmuştur. Yani Latince Batıda oynadığı rolü bu bölgelerde oynayamadı.

Türk dilinin Anadolu Selçukluları, sonraları ise Osmanlıların dönemindeki yayılıp gelişmesi ve diğer dillerle yanyana yaşamasını incelerken önümüze demin incelediğimiz örneğe nazaran tamamen başka bir tablo seriliyor.

Osmanlı İmparatorluğunun her bakımdan kalbi sayılabilen Anadolu ve Rumeli bölgelerinin Türkleşmesinden bahs ederken bu terimin iki anlamlı olmasına özel dikkat vermemiz lazım. Türkleşme bir taraftan Türklerin, belirli siyasi kuvvetlerin, yani ister Selçuk devlet ve beyliklerinin, ister Osmanlı devletinin fetihleri sonucunda bu bölgelere yerleşip yaşamağa başlaması demektir Öte yandan Türkleşme, terim olarak, belirli bir bölgedeki ahalinin Türk dilini gittikçe benimsemesi ve bu sürecin sonucunda eski dilini unutması anlamına gelir.

Fakat tarihin bize sergilediği örneklere bakarsak temelinde Türkleşmenin ancak birinci modeline, yani Türklerin yarattığı yeni siyasi çerçeve içinde ya kendi inisiyatifi, ya da devletin İskan politikası sonucunda belirli bölgelere yerleşmesine rastlıyoruz. Yerli ahalinin Türk dilini kabul edip eski dilini terk etmesine ait elimizde örnek varsa da, böyle haller sürecin tümü bakımından bir İstisna niteliğini taşıyor. Başka bir deyişle. Selçuk ve Osmanlı fetihleri sonucunda Anadolu ve Rumeli'de yerleşen Türkler eski yerli ahaliyle yanyana yaşamağa başlar Bu süreç pek tabii çeşitli diller ve Türkçe arasında çok taraflı temas ve alışverişlere yol açar , fakat eski yerli dillerin kaybolmasına yol açmaz.

Somut örneklere bakalım. Balkanların İslamlaştırılmış bölgelerinde bile yerli ahali, örneğin Doğu Rodoslarda Pomaklar, Batı Rumeli'de ise Boşnaklarla Arnavutlar İslam dinini kabul ettikten sonra kendi dillerini korumuşlardır.

Anadolu'da Hıristiyan Ermeni ve Rumların, ayrıca Müslüman Kürtlerin yüzyıllar boyunca görülen dil bağımsızlığı benzer bir örnek sergiliyor .

Bu hallerin tersine Karamanlıların örneği gösterilebilir. Fakat bu halk gurubunun menşeini, hele onlardaki dil durumunun nasıl ortaya çıktığını hala bilmiyoruz.


Sözün kısası, Osmanlı İmparatorluğunun merkezi sahalarında çeşitli dillerin yüzyıllar boyunca yanyana yaşadığını görmekteyiz. Bu sürecin sonucunda İmparatorluğun bir çok bölgesinde ahalinin iki veya çok dilliliği ortaya çıkmıştır . Bu hal ise diller arasındaki temas, alışveriş ve karşılıklı etkilemeleri daha da kuvvetlendirmiştir. Bugün söz konusu olan bütün bu dillerde bu olayları ispatlayan bir sürü veriye sahibiz.

Balkan dillerindeki Türkçe alıntıların bu dillerin söz hazinesindeki genişliği bu sahalardaki kuvvetli iki dilliliğin sonucunda ortaya çıkması şüphesizdir. Aynı zamanda Türkçeden gelen bu alıntılar o dönemde Türkçe bilmeyenler için Türklerle anlaşmada bir basit lingua franca temelini sağlamıştır.

Çeşitli dillerin Türkçe ile ''yapıcı bir şekilde" yanyana yaşamak durumunda gelişmesine ait elimizde bir çok önemli kanıtlarımız da var. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan bazı halkların Türk dilini yüksek bir seviyede benimseyip, aynı zamanda kendileri tarafından kullanılan Türkçe için kendi yazılarını uyguladığı herkesçe bilinen bir şeydir.

İmparatorluk dili rolüne ve fonksiyonuna giren Türkçenin imparatorluktaki yayılması ve orada önceden kullanılan dillerle tarihi bağlantısının tablosu Roma İmparatorluğunun tarihinde tanık olabildiğimiz tablodan farklı olduğu bellidir. Batı Avrupa'daki eski yerli diller belirli bir ''barışçı asimilasyon'' sürecinde kaybolup yerlerini Latincenin halef dillerine verkmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunda böyle bir asimilasyon dillerin gelişmesinde temel model değildi, tam tersine diller bağımsızlıklarını korumuşlardır .

Bu gelişmenin nedenlerini ileride etraflıca incelemek her halde faydalı olur .İlk akla gelen izah imparatorluğun bilinen millet sisteminin ortaya çıkışında belirlenen prensiplerin dil konusundaki uygulallil1ası olabilir. Bu sistemde temin edilen ''din ve kültür bağımsızlığı'' böylece pek tabii ''dil bağımsızlığı'' hattını kuvvetlendirmiştir .

Aynı zamanda imparatorluğun hudutları içerisinde konuşulan diller arasında yüzyıllar boyunca pek derin temas ve alışverişlerin oluşması görülmektedir. Yanyana yaşayan dillerin birbirlerini ne kadar etkilediği hakkında yalnız kelime hazineleri değil, fonetik, morfolojik ve sentaks sistemleri de bilgi veriyor. Burada bu gayet iyi bilinen ve hakkında sayısız inceleme yapılan olaylara ait örnekler sıralamak gereksizdir sanırım.

Sadece bir tanesini anmakla yetineyim. Türkiye Türkçesinin fonetik sisteminin diğer Türk dillerinin fonetik sistemine nazaran -basit bir terim kullanayım -''daha yumuşak'' oluşu, yani bazı seslerin boğumlama yerlerinin öne kayması da bu olaylardan biri olarak sayılabilir .İlk defa 19-uncu yüzyılda A. Vambery tarafından farkına varılan bu olay üzerinde duran meslektaşımız, Profesör K. H. Menges bunun anahtarını Türkçe ile Hindi-Avrupai diller arasında uzun yüzyıllar boyunca süregelen temaslarda görmektedir .

İncelediğimiz konunun son noktasına gelirken bir imparatorluk dili haline gelen Türkçenin bir edebi dil olarak gelişmesine bir göz atalım. Bu rolün coğrafi ve siyasi şartları Türk edebi dilinin gelişmesini etkilediler mi, etkilediler ise, bu etki ne şekilde ifadesini bulmuştur sorusuna cevap aramağa çalışalım. Bu konuyu incelemek bakımından Anadolu'da ortaya çıkan ve Osmanlıların bilinen tarihi rolü sonucunda Rumeli'de de kök salan Türk yazı dilinin gelişmesini Orta Asya'daki Türk yazı dilleriyle karşılaştırmak bir fayda sağlar sanırım.

Bilindiği gibi Orta Asya'da yüzyıllar boyunca ortaya çıkan yazı dilleri bir tek siyasi ve kültür merkezine bağlı değillerdi. Tam tersine bu yazı dillerinin tarihi şartların gerektirdiği gibi -dönemden döneme başka bir merkeze bağlı olduğu, ve böylece arkasındaki lehçe temelinde de belirli bir değişikliğin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu gelişmenin nedeni bellidir: Orta Asya'daki Türk halklarının tarihinde yüzyıllar boyunca daha üstün bir siyasi ve kültür merkezi ortaya çıkmamıştır .Arka arkaya kurulan, bazıları gerçekten imparatorluk niteliğini taşıyan siyasi formasyonların merkezleri başka başka bölgelere bağlı idi.

Anadolu'ya gelen Türklerin hayatı tamamen başka şartlar içinde gelişmiştir. Bu gelişmede en önemli etken rolünü kuşkusuz ki tarihi miras oynamıştır. Osmanlıların kısa bir zaman içinde dünya tarihinde pek önemli rol oynayan Anadolu ve Rumeli sahalarına, sonra ise Asya ve Avrupa arasında gerçekten köprü rolünü oynayan İstanbul'a sahip olmaları önceki imparatorlukların payitahtı olan bir iktisadi, siyasi ve kültürel merkeze sahip olmak demekti. Bu tarihi miras ise Osmanlılar için bir çok şeylerin, böylece yazı dilinin gelişme şart ve yollarını da önceden saptamıştır. Roma ve Bizans imparatorluklarından sonra Balkanların tekrar tek bir hakimiyet altına gelmesiyle bu bölgeler Osmanlıların Batıya yönelik ilgi ve siyaseti yüzünden imparatorluğun hayatında diğer bölgelere nazaran daha önemli bir rol kazanmışlardır. Yüzyıllar boyunca bu bölgelere, özellikle Doğu Rumeli'ye yerleşen Türklerin dili yerli ağızların verdiği bilgiye göre imparatorluğun payitahtı ve etrafı ağızlarına paralel olarak gelişmiştir. İstanbul ve Doğu Rumeli Türkçesin de görülen bu koşutluk dilin yapısında oluşan en önemli değişikliklerde açık bir şekilde göze çarpmaktadır Böylece bugünkü Türk yazı dilinin yapısını bu bölgenin Türkçesine bağlamalıyız.

Eski Anadolu Türkçesi Osmanlılar sayesinde bir yandan Rumeliye de yayılmış, öte yandan da bir imparatorluk dilinin rolü ve fonksiyonunu da kazanmıştır .

Söz konusu olan tarihi olaylar sonucunda ortaya çıkan yeni siyası durum ve onların arkasında saklanan -ve tarihte defalarca görüldüğü gibi -sonraki gelişmeyi de etkileyen tarihi miras Türkçenin gelişmesi için yepyeni şartlar yaratmış ve hayat yolunu büyük bir çapta önceden saptamıştır .

Bu gelişmenin sonucunda ortaya çıkan dil ve dil durumu belirli bir açıdan Osmanlı İmparatorluğunun yerini alan Türkiye Cumhuriyeti için de bir tarihi miras oldu. Fakat bu sorunları incelemek bugünkü konumuzun dışında kalır.

OSMANOGULLARIN DRAMI



Osmanli'nin o hasmetli ve izzetli insanlarinin torunlari bir gecede Avrupa'ya atildigi zaman, kimse onlarin halini hatirini sormadi. Hanedan sülalesinin erkekleri ekseriyetle askerdi, meslekleri disarida geçmedi. Buradaki mallari da tarümar edildi. Ayrilacaklari gece evlerini soydular ve Türkiye'nin disinda hepsi aç birakilip öz vatanlarindan uzakta ölüme terkedildiler.

•••

Hanedan mensuplarindan çogu, Sultan Vahidettin basta olmak üzere Sam'da Selimiye Camii Serifinin avlusunda medfundur. Halife Abdülmecid Efendi Medine'de Cerinet'tül Bakiye defnolunmustur. Paris Camii'nde cenazesi 10 sene beklemistir. Kendisi öyle vasiyet ettigi için

1944'den 1954 e kadar mücadele edilmistir. Bir Ali Osman'a yakisan da böyle vatan topragina gömülmeyi istemektir.

Mesela O'nun oglu Sehzâde Ömer Faruk Efendi Misir'da vefat etti. Misir bir Müslüman topragi oldugu halde Türkiye'de isbasina gelen herkese mektup yazmistir. "Her türlü siyasî haktan mahrum olarak vatanda yasamama müsaade edin. Bogaziçi'nde balikçilik yapmaya raziyim" diye Cemal Gürsel'e bile mektup yazdi. Sonunda kabul edilmeyecegini anlayinca, o sirada Hanedan hakkinda bir yazi yazmis bulunan rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti'ye bir mektup yazarak "Bizi vatana kabul etmeyeceklcrinden emin oldum. Bir zarfin içine Allah rizasi için bir avuç vatan topragi koyun da hiç olmazsa kabrime konulsun" diyecek kadar vatan hasreti içinde kivranmis bir insandi.

Bunun diger bir misali de Sultan Abdülhamid'in kizlarindan birisi olan Zekiye Sultan'dir. Kocasi da Gazi Osman Pasa'nin ogludur. Nice'de vefat ettiginde vasiyet etti ki, "bir gün müsait olursa beni vatan da defnedin". Bu sebeple cenazesi Nice'deki bir kilisede tahnit edilmis (ilaçlanmis) olarak 30 sene bekledi. Sonunda kilise mensuplari götürüp bir yere defnettiler.

•••

...Sultan Vahdettin aç'ti. Öldügü zaman Italyan bakkallarina 150 bin liret borcu vardi. Tabutuna haciz karari geldi.

Ve "Bu tabut para ödenmeden kaldirilamaz" diye tabuta yazi asildi. Abdülmecid Efendi'nin oglu ve Sultan Vahdettin'in damadi Ömer Faruk Efendi ve bir kaç kisi, mutfak kapisindan tabutu kaçirdilar, Sam'a götürüp defnettiler. Sonradan kizi, Italyan bakkallarin borcunu ödedi.

•••

Vahidettin Italya'ya ilk gittigi zaman, San Remo'da kiralik bir villada kalmaya basladi. Oradayken Kral Emanuel, Vahdettin'e bir yaver gönderdi. "Ulkenin muhtelif yerlerinde saraylarim vardir. Zatiali nerede oturmak istiyorsa emrine" amadedir. Kendisine aylik su kadar liret tahsis edilmistir" dedi. Sultan Vahdettin bunlarin hiçbirisini kabul etmedi. Yaveri Miralay Fahri Engin o sirada tercümanlik yapiyordu. "Efendim bu kadar ikrami reddediyorsunuz. Herhalde mutfaginizda kuru sogan bile olmadigini bilmiyorsunuz" dedi. Bunun üzerine Vahdettin "Fahri Bey, Maiyeti saniyemde bulunmaya mecbur degilsiniz. Zor geliyorsa ayriliniz. Ben Müslümanlarin halifesi sifatiyla bir gayri müslim hükümdarin ihsanini kabul edemem" dedi.

•••

Mahmut Sevket Efendi'yi ziyarete gitmistik. Bir Fransiz kasabasinda oturuyordu. O siralar kizi Avinyon'da ameliyat olmus. Birlikte onu ziyarete gittik. Odasina girdigimiz zaman kizi konusamiyordu. Mahmud Sevket Efendi "Nermin" diye sesleniyor, kizinda cevap yok. Nermin isaretle kagit kalem istedi, bulduk. Yazdi ki "ameliyat ederken yanlislikla dilimi kestiler konusamiyorum." O adamin karyolanin üzerine bir abanisi yardi. Dünyada bir kizim var, bundan sonra o da böyle dilsiz mi kalacak?" diye. Ben hayatimda, aniden bir insan yüzünden böyle ter aktigini görmedim. Sonra bana döndü dedi ki: "Osmanogullarinin dramini yazip bizi aleme mi acindiracaksin? Hiristiyanlara da "Müslümanlari asirlarca zaferden zafere kosturmus bir aileden iste böyle intikaminizi aldiniz, sizin arzu ettiginizden daha büyük facialara sürüklendiler? diye mi göstereceksin?" Bu söz, onlarin gurbet hayatini anlatirken daima kulaklarimda çinladi.

Düsünün ki bir sehzade ölmüstür. Belediye kendi imkanlari ile bir mezarlik yeri vermedigi için, cenazesi Mans Denizine atilmistir. Bu, Sultan Abdülhamid'in ogludur.

Yine Nice'de parkta bir sehzade ölü olarak bulunuyor. Bankada son nefesini vermeden bir mektup yazmis ve gögsüne ilistirmis. Mektupta söyle diyor. "Benim ölümümden kimseyi mesul tutmayin, ben açliktan ölüyorum. Yelegimin iç cebinde beni Islamî usullere göre Müslüman mezarligina defnedecek para vardir." Fransiz polisinin degerlendirmesi de "daha birkaç ay yasayacak kadar parasi oldugu halde cenazesini düsünüyor, bu enayiymis" oluyor.

•••

Abdulhakim Arvasi (rahimehullah) 1940'larda buyurmus ki: "Biz Sultan Aziz'in ahini çekiyoruz. Sultan Hamid'in ahina daha sira gelmedi. Biz bu hanedana yapilan zulme kayidsizligimizin cezasini çekiyoruz. Hanedan bedduasi müthistir. Bizim ecdadimiz, hanedan bedduasindan korkardi. Çünkü onlarin liderlikleri Allah'in tensibi takdiri ve kendi bileklerinin hakkiydi. Birçok Avrupa ülkesinde oldugu gibi, kimse onlari Türk Milletinin basina memur olarak koymamistir.

Bu aksamdan itibaren
Osmanli Hanedani' ndan hiç kimse kalmayacak



Osmanli hanedaninin bütün erkekleri bu gün aksama kadar hudutlarimizi terke mecburdurlar. Malum oldugu gibi bunlarin bir kismi dün muhtelif yerlere gitmisler, bir kismi da bugün gitmek üzere kalmislardir. Hanedan azasi önce gidecekleri yerleri tespit ettikten sonra polis müdürlügü gidecekleri memleketlere kadar aile biletlerini almis ve harcirahlarini vermistir. Polis Müdür Muavini Kamil Bey ayrica hanedan azasinin her birine birer senet mukabilinde bin lira (125 sterlin) vermistir.

Vali Haydar ve Emniyeti Umumiye Müdürü Muhittin beylerin verdikleri izahata göre bu alelhesap verilmis bir miktar olup bir müddet sonra gidenlere ihtiyaçlarini temin etmek üzere para gönderilecektir.

Aksam 7 Mart 1925

BAY NECATiNiN ÖLÜMÜ
Onk. Dr. Haluk Nurbaki

Rahmetli babam o zamanlar Konya'nin tek gazetesi olan "Babalik" gazetesinin basyazari idi. Ondan isittigim su olayi aynen naklediyorum:

"Devrin ilk Maarif Vekillerinden (Milli Egitim Bakani) Necati Konya'ya gelmis ve Latin harflerinin üstünlügünü(!) anlatmak üzere bir konferans düzenlemisti. Sehrin her tarafina yapistirilan ilanlarda:

"Eski Harflerle Birlikte Kur'an'i da Tarihe'e Gömdük" yaziyor ve konferansin ertesi gün saat 10'da verilecegi belirtiliyordu.

Aksam, mükellef bir ziyafet verildi. Yemekten sonra bay Necati, ani bir apandist krizine yakalandi ve hemen hastahaneye kaldirilarak ameliyat edildi. Gösterilen itinayi anlatmaya lüzum yok, bütün hastahane hatta Konya ayakta idi. Bay Necati kurtulmus, fakat ne çare ki haddini asarak Kur'an'a dil uzatmisti. Gece yarisi, imkansiz denebilecek bir sey oldu ve Bay Necati'nin yatagi yan demirinden kirildi. Hasta yere düsmüs ve ameliyat yeri patlamisti. Ertesi gün saat 10'da, yani konferansin yapilacagi bildirilen saatte öldü."

Kur'an'i tarihe gömmek isteyenler, tarihin en kokusmus sahifelerine gömüldüler.

NOT:Tarih 10 Mayis 1928. Devrin Maarif Vekili Bay Necati, Ankara'da bir gösteriyi izlerken. Necati'nin ismi, Kuran'i tarihe gömme çalismalarindan ötürü(!) önemli caddelere verilmistir. Ankara'daki meshur Necati Bey caddesi de bunlardan biridir.

Zeugma Mozaikleri



Taşa Nakşedilen Hikâyeler

Nizip’teki kazılarla günışığına çıkarılan, dünyanın en ince işçiliğine sahip Zeugma mozaikleri, Gaziantep Müzesi’nin yeni binasında ziyaretçilerini bekliyor.


İki bin yıllık uykusundan birkaç yıl önce uyandı Zeugma antik kenti... Verimli kıyılarıyla tarih öncesi çağlarda uygarlıklara hayat veren Fırat’ın batı yakasında doğmuştu. Kommagene Krallığı döneminde büyümüş; Roma İmparatorluğu’yla da kocaman olmuştu. Sasani Devleti’nin saldırılarıyla yaralanan kent, bir süre sonra derin bir uykuya dalmıştı. Ta ki, iki bin yıl sonra yapılacak kazıya kadar... Bir zamanlar dünyanın en büyük kentlerinden biri olan Zeugma, eskisi kadar kocaman olmasa da bir çatı altında sürdürüyor yaşamını: Gaziantep Müzesi’nde. Burası, dünyada Tunus’taki Bardo ve Hatay’daki Antakya müzelerinin önüne geçen dünyanın birinci büyük mozaik müzesi... Rengârenk taşlarla nakış gibi işlenmiş mozaiklerin her birinin öyküsü var. Biriyle Troya Savaşı’nın ortasında buluyorsunuz kendinizi, bir başkasıyla ‘Çingene Kız’ın derin bakışlarının hapsinde...

POSEIDON’DAN AFRODİT’E
Büyük İskender’in komutanlarından Selevkos
I. Nikator’un MÖ 4-3. yüzyılda kurduğu kent, Fırat’ın en kolay geçit verdiği birkaç yerden biridir. Bu yüzden de ‘köprübaşı’, ‘geçityeri’ anlamlarına gelen Zeugma adı verilir ona. Doğu ve batı yönünde çok stratejik bir noktada bulunduğu için de, kısa zamanda büyür, gelişir... Helenistik dönemin ardından MÖ 1. yüzyılda kurulan Kommagene Krallığı’nın dört önemli kentinden biri olur. Bölge, Roma İmparatorluğu’nun egemenliğine girince, imparatorluğun otuz lejyonundan biri burada kurulur: 4. İskit Birliği... Birliğin varlığı, ticareti hareketlendirir. Asker ticareti; ticaret, parayı; para sanatçıyı çekince, Zeugma 70 bin nüfusluk dev bir kent durumuna gelir. Tüccarlar, Fırat kıyısında gün batımına karşı villalar yaptırırlar. Avlularına da, serinlik veren mozaikli havuzlar... Fırat kıyısındaki bu villalar, Poseidon, Okeanos, Tethys ile Fırat tanrılarını konu edinen mozaikleriyle, Zeugma’yı sanat müzesine dönüştürür. Bu gelişmelerle kısa sürede Pompei’nin üç, Londra’nın iki katı büyüklüğe erişen kent, dönemin Atina’sı ile boy ölçüşür konuma gelir.
İşte o dönemden kalan ve şimdi Gaziantep Müzesi’nde sergilenen mozaiklerden bazıları, mitolojik öyküleri yansıtan sahneleriyle dikkat çeker. Afrodit’in deniz kabuğundan doğuşunu anlatan; Troya’lı prens Hektor’u öldüren Akhilleus’un savaşa giderken, ailesince önlenmesini gösteren ve Dionysos’u zafer tanrısı Nikea ile Hindistan’dan dönüşünü dans ederek karşılayan Bakkha’yı betimleyen mozaikler bunlardan yalnızca birkaçı. Antik tiyatronun ünlü yazarı Menandros’un ‘Kahvaltıdaki Kadınlar’ oyununu sahne dekoru önünde gösteren mozaik ise, ünlü sanatçı Zosimus’un imzasını taşıyor.
Kuşkusuz Zeugma’ya damgasını vuran en ilginç mozaik, ziyaretçilerin ‘Çingene Kız’ dediği bir Maenad’dır. Yani, Dionysos şenliklerinde def çalarak dans eden çılgın kız... Ona nereden bakarsanız bakın, sizi Mona Lisa gibi, ama yakıcı bir bakışla izler.

TAŞLARDAKİ İNCE İŞÇİLİK

Zeugma mozaiklerini eşsiz kılan pek çok özellik var. Bir halının kalitesi nasıl santimetrekaresindeki ilmiklerin çokluğu ve kullanılan ipliklerin renkliliği ile belirleniyorsa; mozaikler için de aynı durum geçerli. Kullanılan küçük taşlar, yani ‘teserra’lar ne kadar küçülürse, resmin güzelliği de o oranda artar. Örneğin Zeugmalı ustalar, insan yüzündeki duyguları yansıtmak amacıyla 400 teserra kullanmışlardır. Başka mozaiklerde 3-5 değişik renk taşa karşılık, Zeugma mozaiklerinde bu sayı 12-13’e çıkar. Sanatçıların çeşitli renk tonlamalarını kullanmaları da resme ayrı bir derinlik katmıştır. Zeugma mozaiklerini ayrıcalıklı kılan bir başka özellik de, ‘perspektif’in, Rönesans sanatçılarından en az bin yıl önce bu yapıtlarda kullanılmış olması. Çoğu sanatçının, günümüz ressamları gibi yapıtlarına imza atmış olmaları da dikkat çekici bir özellik.
Kazılarla ortaya çıkarılan 1500 metrekare mozaiğin, 850 metrekarelik bölümü onarılmış durumda. Müzede ise, mozaiklerin 550 metrekaresi sergileniyor. 150 metrekarelik duvar resminin de 120 metrekaresi, tarih meraklılarıyla buluşuyor...

100 BİN BULLA İLE DÜNYA BİRİNCİSİ

Zeugmalıların, mozaikli havuzlarının etrafında oturup sürdükleri sefa,
MS 3. yüzyılda sona erer. Roma’nın zayıflamasıyla kent, önce Sasani Kralı I. Şapur’un saldırısına uğrar; sonra da büyük bir depremle tümden yıkılır. Bizans döneminde piskoposluk merkezi olan kent, 1048 yılındaki son piskoposluğundan sonra, başta da değindiğimiz gibi derin bir uykuya yatar.
Gaziantep’in Nizip ilçesinde bulunan ve bugün ‘Belkıs Köyü’ olarak adlandırılan Zeugma’da 1999 yılında kurtarma kazı çalışmaları başlatıldı. Çünkü, henüz uykusundan uyandırılmamış olan antik kent, Birecik Barajı’nın suları altında kalacaktı. Zaman azdı. Baraj duvarı yükselirken Gaziantep Müzesi Müdürü Dr. Rıfat Ergeç ve arkeolog Mehmet Önal yaz-kış demeden, geceli gündüzlü çalışarak zamana karşı yarıştılar. Catherine A. Reynal başkanlığında Fransız heyeti de çalışmalara katıldı. 2000 yılı sonbaharında Zeugma kıyısında

‘A kuşağı’ olarak adlandırılan kıyıdaki villaların su altında kalacağı açıklandı. Bunun üzerine kazılar hızla yapılıp, yapıtların bir kısmı kurtarıldı. Bölgedeki bilimsel çalışmalar halen devam ediyor... Kazılardan kurtarılan yapıtların sergilendiği Gaziantep Müzesi’nin zenginliği ise, yalnızca mozaikler ve duvar resimleri ile sınırlı değil. 1.55 metre boyunda tunç Mars heykeli, Müdür Vekili Fatma Bulgan’ın korumaya ilk müdahalesinden sonra, özel ışık altında ve lazer güvenliğinde sergileniyor. Dönemin iletişim biçimlerini ve ekonomisini gözler önüne seren önemli buluntular da müzede yer alıyor. Bir yere gönderilmek üzere hazırlanan belgelerin kapatılması için, kil üzerine basılan mühür olan ‘bulla’lar, müzenin en büyük hazinelerinden. 21 bin adet bulla ile dünya rekoru kıran Girit ve Delos adaları, kazılarda yüz bine yakın bulla’nın ortaya çıkarılmasıyla birinciliği Zeugma’ya kaptırdı. Anlaşılan o ki, Zeugma, onca savaşa, yıkıma; aradan yüzlerce yıl geçmesine karşın, birinciliğini hâlâ elinden kaptırmayan bir gizem...

Karaman’dan Erdemli’ye

Bir Bahar Yolculuğu
Karaman’dan Erdemli’ye


Bahar geliyor… Güneş, içimizdeki yolcuyu uyandıracak. O zaman “Nereye gidelim?” diye sorarsanız, işte şimdiden bir ipucu size...
 


Akdeniz kıyıları, yaz aylarında insan akınına uğrar. Büyük kentlerden kopup gelen tatilciler kendilerini tatil köylerine, kıyı kasabalarına, beyaz boyalı evlerin gölgesine atarlar. Kızgın güneşin ter içinde bıraktığı bedenlerini denize bırakmakla geçirirler günlerini. Oysa, yaz sıcağında insanı bunaltan Akdeniz, bahar aylarında bir düş kadar güzeldir. Özellikle yağmur sonralarında havada uçuşan, ama gözle görülmeyen küçücük su damlaları, güneş ışığını bir pırıltı sağanağına dönüştürür. Baharda sizi Akdeniz’e ulaştırabilecek yollardan biri Karaman-Mut-Erdemli hattıdır ki, Toroslar’ın karlı zirvelerini seyrede seyrede denize ineceğiniz bu yol, Türkiye’nin en güzel rotalarından da biridir.

SESSİZLİĞİN İÇİNDE


‘Silifke’nin Yoğurdu’ adını taşıyan halk oyunu ezgisini herkes bilir. Ama bu ezgiyi bilenlerin çoğu, Silifke çevresinin doğal ve tarihi güzelliklerini bilmez. Bu şansı yakalamak için Karaman’dan yola çıkıp 1610 metre yüksekteki Sertavul Geçidi’ni aşmanız gerekiyor. Mut’a 20 kilometre kala, sarı renkli ‘Alahan’ tabelasını göreceksiniz. Döne döne tırmanan aracınız 3 kilometre sonra sizi Alahan Manastırı’na ulaştıracak. Bir yağmur sonrası, orada coğrafyanın sessizliğin içinden nasıl bir görkem çıkardığına tanık olmalısınız. 5. ve 6. yüzyıllar arasında yapıldığı sanılan Alahan Manastırı, Umberto Eco’nun romanlarında geçen mekânları andırır. Duvarları, çözülmeyi bekleyen bir geçmişin anahtar sözcükleri gibi durur. Alahan’a çıkışınızı günbatımına denk getirmeye çalışın. Güneş tepelerin ardında kaybolurken, önce kırmızı, sonra mor bir gökyüzü bırakacak gözbebeğinize.
Yolun devamında Göksu, kanyonları aşa aşa sizinle birlikte Silifke’ye kadar yolculuk edecek. Adı gibi, gök ile suyun sevişmesinden doğan ırmak, Akdeniz’in kucağına bırakılmış bir çocuk gibi durur haritalarda. Bu yolculuğu gündüz yaparsanız, ilginç kaya oluşumlarıyla süslü tepeleri, bozkır ve çam ormanlarını birlikte göreceksiniz. Alahan’dan 65 kilometre sonra Kargıcak’da manzarayı seyrederken, yol kenarındaki kulübelerde satılan mandalina, portakal, muz ve narları afiyetle yiyebilirsiniz.

DOĞANIN MUCİZELERİ

Silifke’de kent manzarası için Kale’ye çıkın. Sonra, kıyıdan uzaklaşmak pahasına Uzuncaburç’a doğru yola koyulun. Silifke ile Uzuncaburç arası, 28 kilometre. Demircili Köyü’nde tarlaların içindeki anıtmezarlar Roma döneminden kalma. Bahçelerde defne ağacının tohumlarını kaynatarak yağını çıkartan kadınlarla konuşabilirsiniz. Yolda, aracınızın önünden tarlakuşları, ibibikler ve kızılgerdanlar geçecek. Dikkat edin, karşıdan karşıya ağır ağır geçen bir bukalemunu ezmeyin!
Uzuncaburç, dört kilometre uzaklıkta bulunan ve eski bir Hitit yerleşimi olan Olba (Ura) kentinin kutsal alanı olarak kurulmuş. Su kemerleri, çeşme, tapınak, tiyatro kalıntıları ve anıtsal kapılar kentin izlerini bugüne taşıyor.
Uzuncaburç’tan geriye dönüp, Silifke’den Erdemli’ye doğru yola çıkarsanız, 23 kilometre sonra Narlıkuyu’ya varırsınız. Ve Cennet ve Cehennem’i yeryüzünde bulabilirsiniz! Yeraltı suları üstlerindeki kireç tabakasını on binlerce yıl aşındırıp tavanı çökerterek Cennet ve Cehennem adı verilen bu çukurları (obrukları) oluşturmuş. Cennet Çöküğü, antik çağda Korykos Mağarası diye adlandırılan bir doğa mucizesi. 70 metre derinliğindeki çukura, merdivenli bir patikayla iniliyor. İnip çıkmak için biraz ‘diz dermanı’ gerekiyor, çünkü yaklaşık 450 basamaklı bir merdiveni var! Bu patikayı izlediğinizde, karşınıza büyük bir mağaranın girişi ve hemen mağaranın ağzında, Meryem Ana’ya itfahen yapılan küçük bir kilise gelecek. Eğer hâlâ yorulmadıysanız mağaranın derinliklerinde bir yolculuk yapabilirsiniz. İşte o zaman çok derinlerden mitolojik bir yeraltı suyunun sesini duyacaksınız. Cennet’in 75 metre kuzeyinde ise, 120 metre derinliğindeki Cehennem çukuru bulunuyor. Çukurun duvarları çok dik olduğundan, inmek çok zor ve tehlikeli... Dilek Mağarası ise, Cennet Çöküğü’ne 300 metre uzaklıkta... Mağaradaki sarkıt ve dikitler, özel bir ışıklandırmayla çok daha etkileyici görünüyorlar. Birbirine bağlanmış koridorlarda yürürken başınıza değecekmiş gibi uçan yarasalarla karşılaşabilirsiniz.

AKDENİZ’İN KIZI


Narlıkuyu’dan doğuya doğru gittiğinizde Akkum’dan sonra sola dönerseniz, dar bir yol sizi Adamkayalar Nekropolü’ne götürür. İlk kilometreler asfaltsa da, sonra küçük sivri taşlarla dolu bir toprak yola dönüşür. Adamkayalar’ın küçücük bir teneke levhaya yazılmış adı silinmişse eğer, mutlaka birilerine sorun. Son 200 metreyi yürüyerek gideceksiniz çünkü. Sonra birden kendinizi dik bir uçurumun kıyısında bulacaksınız. Aşağıda uzanan kanyonun ilerisinde, denizin içinde
bir inci gibi duran Kızkalesi’ni göreceksiniz. Uçurumdan aşağıya iniş, herkesin yapabileceği bir şey değil, ama Adamkayalar’ı da görmek istiyorsanız bu zahmete katlanmalısınız. Bunu başardığınızda derin bir boğazın dik bir yamacına oyulmuş kabartma insan figürleriyle karşılaşacaksınız. Halk tarafından, buraya Adamkayalar denmesinin nedeni, Roma döneminde yapılan işte bu on yedi insan ve bir keçi figürüdür.
Rotanızın en çarpıcı yapısı, Kızkalesi’dir. Silifke’den 25 km sonra Korykos’a, yani Kızkalesi’ne varıyorsunuz. Eski Korykos kentini düşmanlardan korumak için yapılan kale, düşsel bir manzarayla karşılaştığınızı düşündürür size. Bir de söylencesi vardır: Bir zamanlar, kız çocuğu olması için Tanrı’ya yakaran bir kral varmış. İstediği olmuş. Kızı büyümüş. Günlerden bir gün, Kral kente gelen falcılardan birinden, kızının geleceğini öğrenmek istemiş. Kızını bir yılanın sokup öldüreceğini söylemiş falcı. Bunun üzerine Kral, küçük bir adacığın üzerine ak taşlardan bir kale inşa ettirip kızını buraya kapatmış. Kalenin içinde yıllarca hapis hayatı yaşayan prensesi, kendisine gönderilen üzüm sepetinin içinden çıkan bir yılan sokup öldürüvermiş. Söylence, İstanbul’daki Kız Kulesi için anlatılan öyküye ne kadar da benziyor. Bu gezinin en etkileyici anlarını, şafak sökerken Kızkalesi’nin yanından, denizin içinden altın bir top gibi doğan güneşi seyrederken yaşayacaksınız.
Yazımızı bir zamanlar içine suçluların atıldığı ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalandığı söylenen Kanlıdivane’yi anmadan bitirmeyelim. Kanlıdivane, Erdemli’ye 18 kilometre kala, Artıklı Köyü yakınında. Bu büyük çukurun üstünde bir Bizans bazilikası yükseliyor. Jeolojik katmanların çeşitliliği ve çevresindeki kent kalıntıları nedeniyle fotoğraf meraklılarının mutlaka ziyaret etmeleri gerek.

Orta Asya’dan Anadolu’ya:Tarhana


Orta Asya Türklerinin yaşadıkları coğrafyanın iklim şartlarından kaynaklanarak keşfettikleri tarhana, dünyanın ilk hazır çorbasıdır belki de...

Hazırlanışı çok kolaydır; toz haline getirilmiş karışım (ya da hamur), biraz yağ, biraz salça ilave edilerek suda kaynatılır. Ama tabii tarhananın mutfaklarımıza girmeden önceki yapım süreci meşakkatlidir. Buğday ununa tuz, nane ve yoğurt katılarak kazanda pişirilir. Ilıyınca da biraz daha buğday unu ve maya eklenerek yoğrulur. Halkın deyimiyle bir süre ‘ekşime’ye bırakılan karışım, iri parçalar halinde çarşaflar üzerine serilerek kurumaya bırakılır; ardından kalburdan geçirilerek tekrar kurutulur ve bez torbalarda saklanır. Bizlere de, Anadolu’nun özellikle Kastamonu, Kahramanmaraş ve Uşak’ta, ninelerimizin, teyzelerimizin, halalarımızın elleriyle yaptığı o nefis tarhanayı, tencerede kaynatmak düşer sadece... Ve de afiyetle yemek...

DAR HANE’ ÇORBASI...
Selçuklular sayesinde Ortadoğu ve Anadolu’ya getirilen tarhananın isminin nerden geldiği hakkında kesin bir bilgi elimizde yok. Yunanlılarda da ‘trhana’ olarak adlandırılan tarhanayı, Yunanlı araştırmacı ve geleneksel Yunan yemek kültürü uzmanı Georgia Kofinas’a sorduğumda, onlarda da herhangi bir verinin olmadığını söyledi. Bildiğimiz bir şey varsa, o da tarhananın Osmanlı dönemi sonrasında Balkan mutfak kültürüne girdiği... Türkiye’de ise, tarhananın anlamı ile ilgili bazı rivayetler var. En önemlisi, ‘dar hane’ kelimesinden türediği... Bir gün Sultan, seferde bir köylünün evine misafir edilir ve evin hanımı sunacak fazla bir şeyi olmadığı için alelacele bir çorba ikram eder. Çorbayı sunduktan sonra da Sultan’a karşı sıkılarak, “Sultanım dar hane çorbasıdır size en fazla sunacağım; afiyet ola!” der. İşte dar hane olarak adlandırılan çorbaya da, zamanla tarhana denmeye başlanmış söylenceye göre.
Tarhana, kullanım ve saklama kolaylıkları nedeniyle gerek yerleşik, gerekse göçer yaşam tarzlarının temel beslenme maddelerinin başında gelmiştir. Yazın bereketli hasadından ve güneşinden yararlanılarak üretilen tarhana, yılın geriye kalan bölümünde, kahvaltıdan akşam yemeğine kadar tüm sofralarda yer alır. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının ordularının beslenmesinde tarhana çok önemli bir ihtiyacı karşılamıştır. Özellikle Çanakkale Savaşı’nda orduya güç vermiştir.

HÜNKÂR SOMUNU
Tarhana, buğday ürünlerinin yoğurt veya ekşi süt katılarak laktik asit fermantasyonuna bırakılması yöntemi ile elde edilir. Türkiye’de hem yapısal anlamda, hem de farklı katkı kullanımı bakımından birçok çeşidi üretiliyor. Buğday ürünleri denince bunların ne olduğunu sıralamak gerekir. Kabuğu sıyrılmış buğday kırması, un ve bayatlamış ekmekten yapılabilen tarhanalar, yörelere göre farklı çeşitlerde hazırlanıyor. Tarhana, değirmenin keşfinden önce buğday kırmasından yapılıyordu. Daha fazla emek gerektiren bu yapımda buğday, dibeklerde tahta tokmaklarla dövülerek un haline getiriliyordu. Geriye kalan işlemler ise bugünküyle hemen hemen aynıydı.
Bayat ekmekten yapılan tarhananın ismi ise, Osmanlı’da ‘hünkâr tarhanası’ydı. Bu çeşit, daha sonra halk diline ‘yalancı tarhana’ olarak yerleşmiştir. Aslında yokluk dönemlerinde elde kalan ekmek parçalarını değerlendirmek düşüncesinden yola çıkılarak keşfedilmiş bir yöntemdir bu. ‘Hünkâr tarhanası’ adı da hünkar fodlasından (somunu) kaynaklanır. Zira beyaz un kullanımı, Batı’dan Osmanlı sarayına gelmiştir; sadece saray erkanı yediği için de hünkâr fodlası adını almıştır. Sıradan bir ürün haline geldikten sonra bile bu isim, uzun dönem halk tarafından kullanılmıştır. Bu nedenle bu ekmekten yapılan tarhananın adı ‘hünkâr tarhanası’ olarak bilinmektedir; yoksa sarayda yapılan tarhanayı ifade etmez. Sarayda yapılan tarhana un tarhanasıdır ve pişirildikten sonra içine lüle kaymak salınır.

MANTARLISI DA YAPILDI
Bu tarhana tekniklerinden başka Kahramanmaraş tarhanası vardır ki, ister kızartıp yiyin, ister dana haşlama gibi pişirin, çorbasını yapın, ister televizyon başında çerez olarak tüketin. Kullanım alanları çok çeşitli olan bu tarhanalar, şekil olarak güllaç yapraklarına benzer. Bu özellikleri ile Kahramanmaraş tarhanası, geleneksel tarhanadan farklılık göstermesine rağmen büyük şehirlerdeki alışveriş merkezlerinin raflarında nedense yer almamıştır.
Kastamonu ise geleneksel tarhana yapımında Türkiye’nin önde gelen şehridir. Özellikle tarhana yapımında kullanılan malzemeler özenle hazırlanır. Yoğurdun kaymaklı bölümü tarhana yapımı için biriktirilir; buna ‘aygut’ denir. Tarhanaya özel lezzetini veren bu kaymaklı yoğurda, tohumlanmış dereotu katılır. Kastamonulular tarhana karışımına nane, fesleğen, ayva kabuğu, tarhun otu, soğan, maydanoz ve pancar gibi birçok malzeme katarlar. Mısır unundan dahi tarhana yaparlar. Hele bir de kızılcıktan yaptıkları tarhana vardır ki, her derde devadır. Mutfaklarında mantarı en yoğun kullanan Kastamonulular, günümüzde mantarlı tarhanayı da artık pazarlarda satmaya başladılar. Uşak tarhanasına 40 yılını vermiş olan Mustafa Zeydanlı, Türkiye’de tarhanayı tanıtmak için yoğun çaba göstermiştir. Özenle geliştirdiği Uşak tarhanasının, geleneksel yöntemlerini koruyarak tarhananın endüstriyelleşmesini sağlamıştır.
Tarhana, halk kültürümüzde şiirlere türkülere konu olmuştur. Biz de yazımızı, Ali Yüce’nin ‘Tarhana’ adlı şiiriyle sonlandırıyoruz: “Gökte bulut ufacık / Hem ufacık hem akçacık / Böldüm oldu kırk parçacık / Ebem tarhana sermiş göğe / Tarhanamı yemeyin kuşlar / Söylerim sizi ebeme.”

Belgesel Gibi Defile: Polis Kıyafetleri



Önce Türkiye’nin ilk pilotu Fethi Bey’in yaşamını konu alan ‘Altın Kanatlar’ın kostümleri, ardından Atatürk giysilerini yorumladığı ‘Sarı Zeybek’, daha sonra ‘Padişahın Esvabı’ koleksiyonu... Faruk Saraç’ın bu yılki yeni projesinin aktörleri ise Subaşı, Bostancıbaşı, Böcekbaşı ve Kullukçu Çavuşu... ‘Geçmişten Günümüze Polis’ koleksiyonunun çalışmalarını yeni bitiren Faruk Saraç ile projenin gelişim aşamasını, meşakkatli yapım sürecini görüştük.

Saraç, “Belgesel niteliği olan bu çalışma Emniyet Genel Müdürümüz Gökhan Aydıner’in talebi üzerine ortaya çıktı. Polis teşkilatının 161’inci kuruluş yıldönümü münasebeti ile benden bir defile istediler. Ben de daha kapsamlı bir çalışma hazırlayalım, belgesel niteliği olsun istedim” diyerek açıklıyor koleksiyonun ortaya çıkış sebebini. 400 parçadan oluşan koleksiyon altı aylık titiz bir çalışmanın ürünü. Polis kıyafetlerinin tarihinin anlatımı, Polis Teşkilatı’nın kuruluş yılı olan 1845’in öncesini ve sonrasını kapsıyor. Faruk Saraç ve ekibi, Osmanlı Dönemi’nin kuruluşundan İstanbul’un fethine, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze uzanan bu çalışmalarında toplumsal yapıdaki değişimleri de tasarımlarına taşıyor. Saraç, değişimle ilgili gözlemlerini şöyle ifade ediyor; “Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri ile birlikte polis kıyafetlerinde kavuktan fese bir geçiş görülüyor. Cumhuriyet ile birlikte de bu değişim şapka olarak kendini gösteriyor.”

EL EMEĞİ GÖZ NURU
‘Padişah’ın Esvabı’ koleksiyonunda kullanılan kaynaklar bu yeni koleksiyonu hazırlarken de yararlı olur. Diğer dönemlerde kullanılan kıyafetler konusunda da Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün arşivinden faydalanılır. 600 adet siyah-beyaz fotoğraf dikkatle incelenir; gerekli arşiv çalışmasının ardından kıyafetleri dikmek için kollar sıvanır. Kotin kumaşlar, şantuklar, 25-30 yıllık flaneller, kaşeler, Hatay’da özel dokunan kumaşlar kullanılarak oluşturulan koleksiyondaki her parça, aksesuvarlar dahil orijinali ile aynı tasarıma sahip. Ayakkabılar el yapımı. Kullukçu Çavuşu’nun (Günümüzün ajanına denk düşüyor) kıyafeti için gerekli olan kumaş İtalya’dan özel olarak getirtilmiş; ayakkabıları oğlak derisinden hazırlanmış. Kullandığı divit ise 150 yıllık. Yemenisi, hançeri ve diğer tüm aksesuvarları 200 kişilik bir ekibin özenli çalışmasının sonucu. 1882-1885 yılları arasında görev yapmış Üsküdar Polis Amiri’nin kıyafeti, Faruk Saraç için koleksiyonun en etkili parçalarından biri. Üzerinde 50 bin vuruşluk nakış bulunuyor.

DEFİLELER NİSAN’DA
Koleksiyon 10 Nisan günü Ankara’da Bilkent Oteli’nde; 11 Nisan’da ise iş, sanat, politika ve spor dünyasından 1200 davetlinin katılacağı Çırağan Sarayı’ndaki resepsiyonda bir defile ile tanıtılacak. Uğurkan Erez’in koreografisini, Selçuk Hiper’in ses ve ışığını yaptığı defilede bir de eskrim grubu olacak. 1909 yılında kurulan Polis Eskrim Okulu kıyafetlerini, 8-10 yaş arasındaki yirmiye yakın çocuk podyuma taşıyacak. Defilenin bir başka renkli siması da, bekçi... “Çok güzel bir tipleme ortaya çıkardık. Gece asayişi sağlamak için sokaklarda dolaşırken sopasıyla altı defa yere vurduğunda ahali saatin altı ve asayişin berkemal olduğunu anlıyor” diye sürdürüyor sözlerini Faruk Saraç. Koleksiyondaki kıyafetleri 34 profesyonel manken ve 20’ye yakın da polis memuru sergileyecek.

ANLAMLI HEDİYE
Faruk Saraç koleksiyonun tamamını, gelecek nesillere de aktarılması amacıyla Ankara’daki Polis Akademisi Müzesi’ne hediye ediyor. Saraç bu konudaki hassasiyetini şu sözlerle dile getiriyor; “Arşivi çok iyi yapmak lazım. Tarihimize sahip çıkmamız gerekir. Altı ay geceli gündüzlü çalıştık; Kadı’nın sadece kaftanını üç ayda hazırladık, ama buna değdi. Önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Bizden sonraki nesillere de kalması adına koleksiyonu müzeye hediye etme kararı aldım.” Saraç, polislerden gelen talep üzerine genel hizmette ve trafikte görev yapan polis memurlarının şapkalarını da yeniliyor. ‘Altın Kanatlar’, ‘Sarı Zeybek’, ‘Padişahın Esvabı’, ‘Geçmişten Günümüze Polis’ten sonra tarihe düşeceği başka notlar olacak mı sorusuna Faruk Saraç’ın yanıtı “Elbette” oluyor. Projelerin en yoğun olduğu yılmış bu yıl. Bir sonraki proje Türkiye’nin tüm havalimanlarında görev yapan beş bin polis memurunun üniformalarını yenilemek olacak. Renkleri ve tasarımları özel olarak hazırlanıyormuş. Demiryolları personelinin kıyafetleri de, Saraç tarafından yenileniyor. Faruk Saraç’ı en fazla heyecanlandıran proje ise Mevlâna Celaleddin Rumi’nin yaşamını konu alan filmin kostümleri; burada imzasının olmasını çok istiyor. Söyleşinin sonuna gelirken ağzından şu cümleler dökülüyor Saraç’ın: “Dünyada yapılmamış bir proje gerçekleştireceğim. Ayrıntıları şimdi söyleyemem, fakat herkes çok şaşıracak.” “Bir ipucu da mı yok?”, sorusunun yanıtı ise şu: “Size sadece şunu söyleyebilirim; yedi bin sene geriye gideceğim.”

Bir kokunun peşinde Kıbrıs



Kuzey Kıbrıs’ta, Girne Limanı’na bakıp düşünüyorum. Hava yavaş yavaş kararıp gece gündüzle en renkli oyununu oynarken, mumların alevleri uzayarak denize düşüyor. Beyaz bir yelkenli süzülerek limana girmiş bile. Limanın ucunda Girne Kalesi, Akdeniz’in koyu maviliği içinde yükselen bir tarih... Duvarları usulca kızıla boyanıyor. Anlıyorum, sadece çok güzel değil Kıbrıs, içinde saklı farklı bir şey var. Yorgun ruhları rahatlatan, sakinleştiren; unutulmayanları bile unutturan bir şey... Belki de bu, bir koku! Girne’de mavi kepenkli pencerelerin açıldığı bahçelerin çiçek, Güzelyurt’ta yol boyunca sıralanan ağaçların portakal kokusu... Kayaların üstüne kurulu bir kalede, puslu Beşparmak Dağları’nın serin, Karpas Yarımadası’nda turkuvaz denizin tuzlu kokusu... Koruçam köyünde yaşlı kadının tek göz odalı evindeki fotoğrafların eski, Gazimağusa’da Lala Mustafa Paşa Camii’nin ilahi kokusu... Hangisi bilmiyorum. Belki de bütün bu kokuların karışımıdır Kıbrıs..

Kuzey Kıbrıs’ı tanımanın, bütün kokularını duymanın en kolay ve keyifli yolu, bir cip kiralayarak ülkeyi baştan başa kat etmek. Önce Girne’deyiz. Girne, lüks otelleri, casinoları, davetkâr kumsalları ile Kuzey Kıbrıs’ın en gözde tatil yeri. Kıbrıs’ı keşfe gelenlerin ortak buluşma noktası ise limanı. Cafe-bar ve restoranların sıralandığı liman her zaman hareketli. Hemen yanı başında ise Ortaçağ’dan bugüne kalan en etkileyici ve güçlü kalelerden biri yükseliyor: Girne Kalesi...

İçinde birbirinden bağımsız müzeciklerin yer aldığı kaleyi birkaç saat içinde fethetmek kolay. Peki ya, diğer üç kale... Beşparmak Dağları’nın üstünde, davetsiz gemileri en uzaktan görerek ada halkını uyaran ve koruyan, birbirini gözleyen Buffavento, Saint Hilarion ve Kantara... Onların yüzyıllardır tanık olduğu güzellikler için biraz zahmet, az biraz maceracı bir ruh ve tırmanmayı göze almak gerekiyor. Rüzgâra kafa tutan bir yerde, önünüzde eşsiz bir manzara: Akdeniz!

Bir dağın yamacında, güller, sardunyalar, badem ve erik ağaçları içinde, beyaz badanalı, duvarlarını begonvillerin süslediği evlerin bulunduğu minik bir köy; Karmi. Yaşayanların çoğu Alman ve İngiliz. Girne’nin batısında, Güzelyurt yakınlarındaki Koruçam köyü ise yüzyıllar önce Lübnan ve Suriye’den gelen bir halkın, Maronitlerin (Hıristiyan Arapların) yaşadığı bir yer. Yine beyaz badanalı evler, denizi taşıyan pencereler... Kapı eşiklerinde simsiyah giysileri içinde duran, evlerinin duvarlarına asılı siyah-beyaz fotoğraflarıyla bütünleşmiş yaşlı kadınlar... Hüzün ve neşe içiçe...

Yine de halkı tanımak için Yorgo’nun Yeri’ne gitmeli. Masalarda Kuzey Kıbrıs’ın meşhur kuyu kebabı. Yanında mezeler; hellim peyniri, tahini, gabbar, sucuk. Bir de Akdeniz salatası.Yollara düştük bir kere, Beşparmak Dağları’nı ardımızda bıraktık mı Lefkoşa’da, Kuzey Kıbrıs’ın başkentindeyiz. Şehrin en eski mahalleleri Arabahmet ve Selimiye’nin dar sokaklarında dolaşıyoruz. Osmanlı-Türk, Lüzinyan ve çok az da olsa Venedik döneminden kalma, kimi kerpiç, kimi taş, kimi cumbalı evler arasında... Bir çoğu restore edilerek eski renklerine kavuşmuş, içlerinde yaşam akıp gidiyor.

Başşehrin görkemli yapılarından Saint Sophia Katedrali (Selimiye Camii), 14. yüzyıldan kalma mimarisiyle taş işçiliğinin en güzel örneği. Aynı mimari tarzda yapılmış ama çok daha etkileyici bir başka katedral ise Gazimağusa’daki Saint Nicholas Katedrali (Lala Mustafa Paşa Camii). Renkli uzun camlarından içeri süzülen ışık yapının kutsallığını arttırıyor.Gazimağusa’daki, Salamis Harabeleri, Kıbrıs’ın ilk kilisesi Saint Barnabas, şehri çevreleyen Venedik Surları ve Othello Kulesi arkamızda, yüzümüz Karpas Yarımadası’na dönük gidiyoruz.

Sapsarı başak tarlalarının arasından geçerken heyecanlıyım. Çünkü Karpas Yarımadası Kuzey Kıbrıs’ın en ucuna götürecek bizi. Doğanın el değmeden korunduğu uzun kumsallar boyunca yarımadanın ucuna doğru hızla ilerliyoruz. Kuzey Kıbrıs’ın en ucuna... Türkiye’ye doğru uzanan o incecik upuzun kara parçasına doğru. Araba için yol bittiğinde yürümeye başlıyoruz. Yürüyüş için kısa, düşünmek için uzun bir süre... Duyduğum bütün kokular, gördüğüm bütün insan yüzleri, tatlar, Akdeniz’in tuzu ve toplamayı düşlediğim çiçekler... Bekleyin beni, önce oraya ulaşmalıyım. En ucuna...

Yazısız Alfabe:Önlükler

Anadolu kadınının çalışırken kullandığı birbirinden güzel önlükler, onların yaşam felsefesini de gözler önüne seren birer belge gibi...

‘ Üreten’ Anadolu kadınının vazgeçilmez giysilerinden biridir önlük... Tarımla, hayvancılıkla uğraşan, çalışan kadının beline bağladığı, önüne gerdiği bir giysi parçasıdır. Ev tezgâhlarında yünden dokunup, bin bir renkle işlenen; kadın dünyasının, yaşam felsefesinin bir tür yazgısı... Efes’in bereket tanrıçası Artemis’in ayak bileklerine kadar inen önlüğü gibi; köylü kadını, Türkmen’i, Yörüğü, göçeri de, önlüğünü kendi eliyle dokur, işler, örer... Ve üzerine beklentilerini, isteklerini, simgeleşmiş inançlarını çeşitli süslemelerle dile getirir. Her biri ayrı bir sembol olan bu desenler içinde neler yoktur ki... Stilize güneş, hilal, yıldızlar, koruyucu gözler, hayat ağacı, yılan, koç boynuzu, çeşitli üçgen şekiller, dişil ve eril semboller, bitki çiçek türleri, renkler, sayılar...

İYİ DİLEKLERLE DONATILI


Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde öncek, futa, önlücek, peştamal, gök bezi, peşkir, ön gergisi gibi isimler alan önlükler; kadının sıhhatli, uzun ömürlü, doğurgan, üretken ve kötülüklerden uzak bir ömür sürme isteğinin göstergesidir. İşte tüm bu iyi dileklerle donatılmış önlükler; bağda, bahçede, evde, çadırda, dağda, bayırda, tarlada, ovada, durmadan çalışan kadınlar tarafından kullanılır... Her genç kız da, çeyizi için on-on beş tane önlücek hazırlar. Ve bunların bir kısmını, artık önlüğü dokuyamayan, süsleyemeyen, gücü yerinde olmayan nenelere, düğün davetiyesi (okuntu) olarak gönderir. Bu, önlüklerin sadece işlevsel bir rolü olmadığını, sosyal yaşamda da önemli bir yeri olduğunu gösterir.
Kadının karın bölgesini kaplayan veya ayak bileklerine kadar inen önlüğün içinde bağdan, bahçeden, kırlardan toplanan şifalı ot, çiçek, bitki ve madımaklar taşınır. Karadeniz kadını; çayını, fındığını, otunu ve sebzesini peştamalına toplar. O nedenle kadın her sabah giyinip kuşanır önlüğünü; peştamalını beline çalıp günlük yaşamına hazırlanır... İşte tüm Anadolu halk el sanatlarında görülen şekiller, süslemeler; onların ‘sessiz sedasız’, yazısız görsel alfabesi gibidir.
Önlüklerde kullanılan renkler ve süslemeler ayrıca, yörelerin, bazı grupların kimliklerini de belirtir. Mesela, Anadolu’nun Türkmen kızları ve kadınları genelde kırmızı, pembe yün dokuma önlücek kullanırlar. Bu dokumaların üzerini mavi pamuklu bezden (oturtma) aplike ve nakışla üçgenler yaparak donatırlar. Çünkü Türkmenlerde üçgenin, inançlar içinde önemli bir yeri vardır. İlginç olan, önlüklerdeki üçgen desenlere, üç-dört bin yıl önce Alacahöyük evlerinin duvarlarında, daha sonra Kapadokya bölgesinde, Nevşehir’in peribacaları içindeki ilk kilise duvar süslemelerinde de rastlanılmasıdır. Sanki eski inançların izleri, zincir halkaları gibi günümüze kadar evrenselleşerek uzanmış...

YÜZLERCE YILLIK SENTEZ
Mavi ve beyaz boncuk, deniz kabuğu, iki delikli beyaz taş düğme, madeni takı ve renkli püsküllerle de süslenen Anadolu önlükleri, aslında Anadolu’daki Hitit, İskit, eski Yunan, Roma, Selçuklu, Osmanlı ve Türkmen kültürlerinin bir sentezidir. O nedenle etnografyaya ait eserlerin korunması, saklanması, ilgiyle, sevgiyle ele alınması, renkli bir dünyaya açılan ışıklı bir penceredir. Bir önlük parçası deyip geçmeyelim ve onu bazı arkeolojik, etnolojik eserlerdeki izini sürelim... Örneğin; Moskova Tarih Müzesi’nde sergilenen, İskitlere ait deriden yapılmış yedi bin yıllık yuvarlak kısa önlük ile Kıbrıs tanrıça heykelciklerinin karın üzerindeki bitki desenli önlükleri, kutuplardaki heybetli tanrıça heykellerinde ve Bizans’ın kutsal kadın ikonalarında da görüyoruz. Kısaca Orta Asya, Anadolu ve Avrupa’ya doğru uzanan bir önlük kültürünün varlığını farklı açılardan irdeleyebiliriz.
Ayrıca birçok ülkenin folklor giysilerinde gördüğümüz önlüklerin hepsi, evrensel bir kültürün geleneksel ürünleridir. Bugün şık, temiz modern garson kızlarımızın, kadınlarımızın kullandığı, kar gibi beyaz pamuklu patiskadan veya naylondan dikilen, karın kısmını kaplayan yuvarlak, kenarları dantelli, fistolu önlükleri ile İskitlerin kısa yuvarlak deri önlüğü ve tanrıçalar arasında bağlantı kurabiliriz... Yerküremizde gördüğümüz birçok eser, çizgi, desen, resim, renk ve giysi; bize geçmişten dostluk, birlik, barış mesajları iletir. Bereket tanrıçası Artemis’in önlüğünde yer alan keçi, arı ve bitki desenleri üretkenliği simgeliyordu. Bu inancı hâlâ sürdüren Anadolu kadını, üreterek yaşam olayını önlüklerinin üzerine işliyor; yüzlerce yılın kültürünü, tanrıça Artemis’in sesini, soluğunu hissederek günümüze taşıyor.

Yazıda kullanılan önlükler, Sabiha Tansuğ koleksiyonundandır.


Sarayda Çocuk Olmak

Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidarın pay sahipleri olan şehzadelerin ve hanım sultanların giysileri, Saray koleksiyonunun bütününü özetleyen bir birikime sahip.

Topkapı Sarayı Müzesi padişah elbiseleri koleksiyonundaki çocuk elbiselerine olan ilgim, 1990 yılında başladı. O yıl onarımı tamamlanan sultan kostümleri salonunda, çocuk elbiselerini geçici olarak sergilemem istenmişti. Saray’ın giyim kuşam ve kumaş koleksiyonu çok zengindi ve 15. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar değişen kumaş ve giyim zevkini aksettirecek bir birikimi koymak faydalı bir girişimdi. O günden bu güne, yurtiçi ve yurtdışından topladığım bilgilerle zenginleşen bu dosya, sonunda bir kitaba dönüştü: ‘Osmanlı Sarayının Çocukları: Şehzadeler ve Hanım Sultanların Yaşamları, Giysileri’. Aygaz’ın katkılarıyla hazırladığım bu kitapta, Osmanlı saraylarında büyüyen, çocuk yaşta büyük önem ve güce kavuşan şehzade ve hanım sultanların yaşamlarını farklı bir açıdan ele aldım. Kitabı hazırlarken saray çocuklarının doğumlarından aile içindeki statülerine, eğitim, düğün gibi sosyal yaşamlarına, giyim kuşamlarına, portre, mühür gibi kişisel eşyalarına kadar, pek çok konuya değinmek gerekti. Bu yazımda, kitaptaki en zengin konu olan saray çocuklarının giyim kuşamlarını özetle sunmak istiyorum.
 
ŞEHZADELER VE HANIM SULTANLAR
Osmanlı hanedan politikasıyla yönetilen imparatorluğun üst düzeydeki görevlileri, sarayda, Harem-i Hümayun’da ve buna bağlı Enderun’da özenle yetiştirilen saray ağaları arasından seçilirdi. Hanedanda doğan padişah kızları (hanım sultanlar), erkekler (şehzadeler) iktidarın pay sahipleriydi. Doğumlarında (Veladet-i Hümayun) hazırlanan beşik alaylarıyla halka takdim edilirlerdi.
Hanım sultanlar çoğu zaman şehzadelerin sünnet düğünleriyle birlikte düzenlenen çok görkemli şenliklerle evlenirlerdi. Damadın görevinin önemine göre hanım sultanların statüsü artardı. Evlenen padişah kızları başlangıçta eşlerinin görev yerine birlikte gider ve ziyaret için bile olsa Saray’ın iznini almadan merkeze gelemezlerdi.
16. yüzyıl sonuna kadar şehzadeler sancağa gönderilerek o bölgenin yönetiminde bulunuyorlar ve böylece ülke yönetimine hazırlanıyorlardı. Şehzadelerin sancağa çıkması onların yetişkinliklerinin göstergesi, politik kariyerlerinin başlangıcı sayılırdı. Sancağa çıkış üst düzey devlet ricalinin katılımıyla resmî bir törenle olurdu. Şehzadeler tören kaftanlarını giyer, mücevherlerle bezeli eyerler vurulmuş atlar üzerinde maiyetiyle yola çıkardı.
16. yüzyıl sonuna kadar yapılan seferler sırasında şehzadeler ordu kanatlarına komuta ediyor veya merkeze çağrılıp babalarının yerine vekalet ediyorlardı. Zaman zaman şehzadelerin etrafında oluşan yönetici sınıfın, özellikle lalaların (şehzade danışmanı) etkisiyle, tahtı ele geçirmek için bazen padişahla bazen diğer şehzadelerle şiddetli taht kavgaları yaşanıyordu. Bunu önlemek amacıyla
16. yüzyılın sonundan itibaren şehzadelerin sancağa gönderilmemesi ve şehzadelikleri süresince çocuk sahibi olmamaları kararı alınmıştı.

İÇ GİYİMDEN KAFTANLARA
Sarayın kıyafet koleksiyonuna bakıldığında, 1550’yi bulan giyim kuşam içinde, yüz civarında çocuk giysisi bulunur. Bunlara; zıbın denilen iç çamaşırları, donlar, çocuk bezleri, iç entariler, dış kaftanlar, şalvarlar, baş giyimleri ve pabuçlar da dahildir. Son devre ait kıyafetler çok azdır, bunlar da satın alma yoluyla koleksiyona katılmıştır.
Osmanlılarda kadın, erkek ve çocuk kıyafetlerinde, ölçülerinden başka fark yoktur. Kıyafet, iç giyimin üzerine giyilen altta şalvar, üstte bürümcük gömlek, iç entarisi ve dış kaftandan oluşur.
Çocukların iç giyiminde, pamuklunun tülbent gibi en ince, patiska gibi sık dokunmuş olanından dikilmiş zıbınlar başta gelir. Bunlar, içleri genellikle bir tabaka pamukla kapitone edilmiş; basit çamaşırlardır. Uçkurla bağlanan, kullanımı kolay çocuk donları ise ince tülbentten dikilirdi.
Mevsime göre; ağır ipekli kumaştan dikilen kaftanların içine kürk kaplanır veya günlük kaftanlar pamukla kapitone edilirdi. Törenlerde giyilen ağır ipekli kaftanlar yere kadar uzun boyları, gene yere kadar inen ve omuzlardan geriye atılan kollarıyla dikkati çeker.
Osmanlılarda baş giyimi çok önemlidir. Ev içinde ve dışında hiç kimse başı açık gezmezdi, bu toplumda affedilmeyen bir hata idi. Geceleri bile yatarken gecelik takkeleri giyilirdi. Padişahlar genellikle dilimli, renkli uzun tepeliklerin etrafına sarılan tülbentlerle büyüyen sarıklar giyerdi. Küçük şehzadeler de, başlarında kocaman sarıklarla gezerlerdi. Bu başlıklar çok değerli, mücevherli sorguçlarla süslenirdi. Saraylı kadınlar ise başlarına, kısa basık fesler, altı dar üstü geniş veya tam tersi özellikte hotozlar giyerlerdi. Saraylı kadınların statüleri bu baş giyimlerine taktıkları mücevherlerle belirlenirdi. Hanedan içinde doğan kız çocukları da küçüklüklerinden itibaren böyle mücevherlerle donatılırdı.

BÜYÜMÜŞTE KÜÇÜLMÜŞLER
Çocuk giyimleri, büyükleri gibi 16. ve 17. yüzyıllar boyunca değişmeden devam etmiştir. 18. yüzyılda daha basit kumaşlardan dikilmiş kaftanlar giymişlerdir. 19. yüzyıl başlarında kıyafetlerin kesimlerinde fazla değişiklik olmamakla beraber, kullanılan süsleme malzemesinin artığı görülür. Avrupa’dan gelen geniş yaldızlı harçlar, bükme ipek kordonlar, oyalar ve danteller elbiseleri süsler. Entarilerin ön etek uçları, yırtmaçları, kol ağızları ve kol yırtmaçlarına konan bu harçlarla kesimin detayları belirginleşmiş, abartılı bir görünüş kazanmıştır. Bu devirdeki padişahların yetişkin kızlarının gücü artmış, dışarıdaki terzilerle kalfaları aracılığıyla bağlantı kurarak dikiş diktirmişlerdir.
Yüzyılın ilk yarısının en önemli olaylardan biri hiç şüphesiz 1828 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıdır. Bu operasyonu gerçekleştiren II. Mahmud, bir kıyafet devrimi yaparak yeni kuracağı ordunun kıyafetini de Batılı tarzda değiştirmiş; askerin başına fes giydirilmiştir. Bir müddet sonra pantolon ve ceketten oluşan üniforma tarzındaki kıyafetler çocuk giyimine de hakim olmuştur.
Çocuk giyim kuşamı büyüklerin giysilerinin küçük ölçülerde olanıydı. Kumaş malzemesi, deseni, kesimi, dikiş özellikleri bakımından, 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadar ki saray giyim kuşam koleksiyonunun bir özetini çocuk giysilerinde izleyebilirsiniz.


Mimarlar Mimarı Sinan

Ömrünün sonuna kadar araştıran, deneyen ve yenilikler ortaya koyan bir tasarımcı ve bir bilim adamı olan Sinan, bugün bile evrensel değerlere sahip bir mimari yaratmıştır.

Sinan, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün en üstün olduğu bir dönemde, sanatın en üst düzeyde olduğu bir evrede, bütün bu birikimi mimarlık alanında tek isim olarak temsil edebilmiş bir mimardır. Tasarladığı yapıların büyük çoğunluğunu ve en seçkinlerini o zamanın başkenti İstanbul’da gerçekleştirir. Bu eserleri adeta bir mimarlık yarışmasına katılırcasına, yeniliklerle dolu olarak geliştirir ve topografyanın en uygun yerlerine yerleştirerek kent siluetine büyük katkılarda bulunur. Böylece İstanbul, en özgün yapı örnekleriyle sanki bir açıkhava müzesine dönüşür.

BİR PERGELİN İKİ AYAĞI GİBİ


Kayseri Sancağı’nın Ağırnas Köyü’nde kesin olarak bilemediğimiz bir tarihte (1494-1499 arasında bir yıl olabilir) doğar Sinan. Osmanlı kapıkulu sınıfına asker yetiştiren Acemi Ocağı’ndayken dülgerliği ister; ustalarını dikkatle izleyerek inşaatlarda çalışır. Kendisi bu çalışmalarda “tıpkı bir pergelin sabit ayağı gibi kararlı” olduğunu ifade eder. Diğer yandan “pergelin gezen ayağı gibi başka diyarları gezmeye özendim” der. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yeniçeri olarak Belgrad (1521), Rodos (1522), Mohaç (1526), Viyana (1529), Alman (1532), İran ve Bağdat (1534-35) seferlerinde bulunur. Keşif amacıyla Van Gölü’nü geçmek için malzeme ve alet sıkıntılarına rağmen toplu tüfekli üç kadırga inşa eder. Daha önceki savaşlarda da yeteneğini gösterdiği mühendislikteki başarıları nedeniyle ‘Haseki’ rütbesine getirilir. 1538’deki Karaboğdan (Moldovya) seferi sırasında, Prut Nehri üzerine kısa bir sürede inşa ettiği köprü, kendisine büyük bir başarı kazandırır; aynı yıl Mimarbaşı Acem Alisi’nin ölümü üzerine ‘Mimarbaşı’ olur.
Katıldığı seferler sırasında gördüğü Doğu ve Batı’daki çeşitli kültür eserleri, karşılaştığı acele çözüm bekleyen sorunlar, askerlikte edindiği disiplin, denetim ve örgütlenme bilgisi, Sinan’a büyük bir görgü ve deneyim kazandırmış, tasarım ve yöneticilik yeteneklerini geliştirmiş olmalıdır. Elli yıl gibi uzun bir süre mimarbaşı olarak çalışan Sinan, bu dönem içinde 477 yapı tasarlar, tasarımlarını denetler, inşa eder ya da onarır. Sinan’ın yaşamını incelediğimizde yaptıklarıyla hiçbir zaman yetinmeyip, bıkıp usanmadan düşünen, araştıran ve yenilikler ortaya koyan bir yaratıcının öyküsüyle karşılaşırız.

CAMİLERİN MİMARI
Sinan, Osmanlı mimarlığında en önemli mekân olan camilerin tasarımına önemli katkıları olan bir mimardır. Mimarbaşlığa getirildikten sonra yaptığı ilk cami olan Haseki (1539), dönemin geleneksel bir mekânını yansıtır, herhangi bir yenilik ortaya koyamaz. Ancak bundan sonra hemen ele aldığı Üsküdar’daki Mihrimah Camisi (1540?-48), kubbeyi üç yandan saran yarım kubbeleriyle bir sıçrama noktası olur; yapıyı bitirmeden de Şehzade Camisi’ne (1543-1548) geçer. Sinan, dört dayanaklı, tek kubbeli yapılardan başlayıp, yarım kubbeler ekleyerek mekânı zenginleştirmiş ve giderek orta mekânı yükselterek yapıyı bir piramit içine almıştır. Şehzade Camisi, dört yarım kubbesiyle kare tabana oturan merkezi kubbenin en gelişmiş örneğidir. Camide, dört ayağı destekleyen payandalar, içeride ve dışarıda bir tasarım elemanı olarak ustaca kullanılır. Oysa payandalar sadece destek amacıyla kullanılsaydı çok kaba durabilirlerdi. Sinan, bu payandaları daha sonra Süleymaniye ve Selimiye camilerinde de kullanır.
Süleymaniye’den sonra Sinan, Edirne’de gördüğü Üç Şerefeli Camisi’nin etkisiyle altıgen şema üzerinde pek çok deneme yapar. Bu denemelerde, daha önce devamlı uygulamaya çalıştığı merkezi simetrik mekân şemasından farklı olarak mekânın enine yayıldığını görüyoruz. Sinan’ın fark ettiği bir başka durum ise altıgen şemada, dikdörtgen mekânın, kubbe ve yarım kubbelerle sorunsuz olarak örtülmesidir. Her ne kadar altıgen şemayı sevmiş görünüyorsa da Sinan’ın, zaman zaman tekrar kare plana döndüğünü izliyoruz. Ancak her dönüş yenilik ve atılım doludur.
Sinan, arayışlarına devam etmeyi hiç bırakmaz. Sekizgen tabana oturan kubbesiyle Rüstem Paşa Camisi, yeni bir tasarımın ürünüdür. Denediği bu şema, Edirne’deki Selimiye Camisi’nde olgunluğa ulaşır. Osmanlı mimarlığının çok sevilen bir eseri olduğu kadar, Sinan’ın da en beğendiği yapı olan Selimiye Camisi ile Ayasofya’yı geçme arzusuna gerçekten ulaşmıştır. Taşıyıcı sistem güvenli, mekân anıtsal bir kubbe altında yalın ve bütündür. Altıgen ve sekizgen şemaların hem mekân, hem taşıyıcılık bakımından Ayasofya ile benzerliği yoktur. Selimiye’de anıtsal boyutlarda kullanılan sekizgen şema ile Ayasofya artık simge yapı olmaktan çıkmıştır.

BİR TASARIMCI VE BİLİM ADAMI
Osmanlı döneminde mimarlar devlet protokolünde çok önemli bir yer almamasına rağmen Sinan’ın konumu çok farklıdır. Üç sultanın yanında pek çok saray erkanı için de yapı tasarlayan Sinan’ın, sevilen ve beğeni toplayan bir mimar olduğu bellidir. İstanbul’a su getirmesi için Sultan Süleyman tarafından görevlendirilen Sinan, çok zor ve bilgi gerektiren bu işi başarı ile tamamlar ve sultanın takdirini kazanır. Sultan Süleyman’ın Süleymaniye gibi kendi adına yaptırdığı büyük bir caminin açılışını Sinan’a yaptırması bu takdirin en belirgin ifadesidir.
“Resmini çizip inşa ettiğim cami, mescit ve öbür önemli yapıları on üç bölüm halinde yazıp benzersiz bir risale oluşturdum, adını da ‘Tezkiretü’l Ebniye’ koydum. Umut ederim ki, kıyamete dek ona göz gezdirecek temiz yürekli dostlar, çabamdaki ciddiyet ve gayreti öğrendiklerinde insaflı bir gözle bakıp beni hayır dualarıyla anarlar, inşallah” der Sinan. Onun hayatı ve eserleri hakkında kendi anlattıkları sıradan bir kişinin insanca davranışlarını gösteren anılar niteliğindedir. Ama eserlerine bakıp çok uğraş ve bilgi isteyen karmaşık tasarım ve uygulamalarını Batı’yla karşılaştırdığımızda çok sayıda eseri inanılmaz kısa sürelerde kusursuz olarak gerçekleştirmiş bir bilge kişi karşımıza çıkar.
Sinan geleneğe körü körüne bağlı değildir. Dışa açık, analizci, gördüklerinden doğru dersler ve ilhamlar alan, onları kendi görüşleri doğrultusunda senteze ulaştıran bir tasarımcı ve bilim adamıdır. Ömrünün sonuna kadar araştıran; deneyen; topografya, kompozisyon, mekân, kütle ve strüktür sorunlarına yeni çözümler arayan ve gelişmiş, değişik örnekler sunan Sinan, Osmanlı ve hatta İslam mimarisinin simgesidir.